2 Kasım 2009 Pazartesi

Bunlar Reklam Kokan Hareketler Mayk

Hepimizin bildiği bir programdan başlayacağım bu posta. Yılmaz Erdoğan isimli barış güvercini(!) ruhlu komedyen arkadaşın ekranlarımıza taşıdığı ve bkm mutfak oyuncularının yaptığı skeçlerden oluşan bir program var : Çok Güzel Hareketler Bunlar. Genel itibarı ile ayı esprileri kategorisinde olan birkaç espri etrafında dönen bir program. İşte nedir bunlar ; kilo esprileri, eşini devren satan adam, kötü taklitler (birand vs), çemkiren tipler ( hıyarlı amca etc) falan filan. Böyle de esprileri var. Yiğidi öldürmeden önce hak teslim etmek gerekir ise genel itibarı ile dandik olan bu programda bir-iki yetenekli arkadaşın (ki örneklersem oğuzhan bariz bir fark yaratıyor en azından oyunculuk skalası olarak) diğerlerinin yeteneksizliklerini kotarma çabaları. Hayır şimdi şöyle bir durum var komedi için sahnedeler ama yaptıkları şey bence çok alt bir mizah, şöyle ki; ikili ayı esprisi üzerine kötü oyunculuk sosu ve oylama yapan bıyıklı amca baharatı ile olmamış,yemekteyiz tabiri ile bu mizah bizim bildiğimiz mizah tanımı içerisinde değil, olmamış.




İnanılmaz ötesi kendini tekrarlayan bir yapısı var bu programın. Her skeçte ben oldum edasında gülen üstün oyuncular var mesela, sonra tek numarasını şive ve zırttırı bir ses üzerine kuran bir eleman var. Çıkıp anlatan şişman ama sempatik rolü biçilen var. Skeçlerdeki text i attığı çığlık üzerine kurulu kötü giyenen bir bayan var mesela, ne zaman denk gelsem oynamaya çalıştığı şeyden bağımsız olarak çığlık atıyor. Neyse çok da fazla uzatmayacağım, değinmek istediğim konu şu, buradaki kişileri izlerken ben istemsizde olsa garip bir sıkıntı içerisine giriyorum zira orada hem vasat altı bir performans hem de kötü textle aslında ortaya koymaya çalıştığım şeyle sahnede olan şey arasında dağlar kadar fark var, komedi yapıyorum ama komik değilim mesela. Bu gayet iç sıkan bir durumken orada gülen insanlar oluyor, ki ucuz mizah böyle bir şey sanırım, ve o insanlar aslında her defasında verilen yeme atlayan balık gibi karşılarındakinin devamlı olarak kendini tekrarlayan düşük kalitede bir şey olduğunun farkında değiller.

Son iki cümlem üzerinden bir parantez açmak istiyorum, bu ülkede insanlar hep aynı formatı olan yarışmaları izliyorlar mesela, yada aynı senaryal akışı olan dizilere kaptırıyorlar kendilerini (trafik kazasız sezon finali olmayan dizi yoktur sanırım), program yapımcıları mizah halk içindir den ziyade halk seviyorsa izleniyor gelsin cukka modunda, kimsenin umrunda da değil bu topluma biz bu kadar kalitesiz yapımları ekiyoruz ama kalitesizliğe bağlı bir kitle biçeceğiz diye mesela. Çok afaki olmasın diye bir örnek yapacağım, mehmetali erbilli programlar mesela, ki kendisinine iyi ya da kötü demiyorum örnekliyorum, adamın tv de en son cinsel organ göstermediği kalmıştı derken onu da yaptı ve hala da yayın hayatına devam etmekte. Neden ? Çünkü bir kemik kitlesi var ve "bu" tür mizah satıyor. O nedenle tekrar yazayım aforizmal olarak ; ne ekerseniz onu biçersiniz.

Neyse bu parantezi kapatıp 2 video linki vereyim.



Bu tarz jenerik müzikleri zaten aparma oluyor yanlız ve güzel ülkemde. Çok da yorum yapmayacağım. Aslında korsana karşıyım diyen bıyıklı amcaya sormak lazım ama neyse. 2. video için link vereceğim embled kodu ne yazık ki kapalı;

Link

20. saniyeyi gördüğünüz andaki yüz ifadenizi tahmin edebiliyorum. Ayrıca neden bu kadar tutuk kaldığını da anladım arkadaşın adam meksikalıymış !

3. bir video daha koyacaktım ama postla alakasız kaçar diye bir sonrakine bırakacağım.

KC

14 Ekim 2009 Çarşamba

Maç ? Kollektif Futbol ? Kanat Kombinezonu ? Ofsayıt ?




Size bu satırları yazarken milli takım ermenistanla maç yapmakta ve dostluk mesajları vermekte. Stadda Azeri bayrağının açılması fifa tarafından yasaklandı ve TRT de "3. ülke" bayrakları açmak zaten yasaktı şeklinde açıklandı. Yunanistan Türkiye maçında rum kesiminin bayrağını açmak serbestken avrupalı dostlarımız küçük beslemelerinin incilmelerinden korktu sanırım. Yanlış anlaşılmasın ben sınırların açılmasındanve vize uygulamalarının kalkmasından yanayım. Ama Azerbaycan bayrağının açılmasının yasak olması kadar saçma bir olay belki de fifa tarihinde bir ilk.

İkinci değinmek istediğim nokta ise kardeşlik dostuk barış gibi kavramların üzerine lirik Fatih Terimin eklenmesi oldu. Gol atınca başını öne eğmeler, oyuncuların sana gelmesi, tek tek hepsiyle bayramlaşmak falan ilginç oldu, duygusal anlar yaşandı bir ara hoparlörlerden bu gece son gecenn diye popstar yarışmacısı bergenlerin şutlanma cingılı geldi aklıma.

Sercanın sakat olması ayrı bir konu. Tam da maçıydı seyircisi önünde.

Son söz ise yılmaz hocadan gelsin ;

Açıklaması ;

"En azından ben varım mesela. 25 yıldır bu ligde çalışıyorum. eğitimim var. yabancı dilim var. bize verilen imkanlarla neler yaptığımız belli. Milli takıma çok futbolcu yetiştirdik. ben kendimi aday görüyorum, ama bir tane gazetede adımız geçmiyor. demek ki işin uzmanlık boyutuna bakılmıyor. o yüzden biz de 'tavşan dağa küsmüş, dağın haberi yok' misali, türkiye'de futbolu yönetenlere içimizden içimizden kırılıyoruz. Yeteri kadar deneyim isteniyorsa tecrübeliyim. avrupa'yı biliyorum.
Daha düne kadar bu ülkede pro lisans sahibi olan sadece bendim. bu ülkeyi benden daha iyi tanıyan biri olabilir mi? İki tane akademi bitirmişliğim var. yabancı istiyorlarsa, ben aynı zamanda alman vatandaşıyım"


Bu da Yılmaz hocanın Almanyada iken aldığı eğitimle alakalı bir video ;





Hocamıza bir şans verin be ? 530 Lig, 69 Kupa, 201 Hazırlık maçı olmak üzere 800 maçta görev yapmış tecrübeli üstün Alman teknolojisi Yılmaz Hoca.

11 Ekim 2009 Pazar

FingerBang Bang Bang .. I am gonna Fingerbang you

Can sıkıntısının baş gösterdiği ya da göstermediği zamanlarda olduğu gibi bloga yeniden başladım. Zaten okuyan insan sayısı yok gibi birşey öyle kafama göre yazmaya devam edeceğim. Video, resim falan kolayına kaçarım en azından. Hatta kaçayım ;





Islak bergen İsmael Loopus un ekranı meşgul ettiği bugunlerde webcam karşısında şarkı söyleme modası aldı yürüdü. Tabii videodaki gibi aile bireyleri tarafından hışma uğrayanlarda da var demek isterdim de bu adeta çemkirme.


2. video ise adeta süper. Şu ana kadar gördüğüm en iyi örümcek adam senaryosu sanırım. Kaptan Türkiş Amerika da cabası. Bonus soru. El santo ne alaka ?





Türk sinemasının Iron-man ve Hulk açılımlarını da merak etmekteyim.


KC

16 Nisan 2009 Perşembe

Sen Küçük Bir Bebektin Neler Neler Öğrendin



Yeni bir uygulama sonucu üniversitede akşam yemeği çıkmasına rağmen kuru-pilav a yokum diyerek ucuz ve salaş taksim lokantalarına yol almıştık. Aslında gariban olarak adlandırdığım mekana gitmek ve orasının son halini görmek istesem de arkadaşların "merkez et lokantasına gidelim olm" düşünceleri karşısında birdahaki sefere dedim, demedim lan garibanda iken bi arkadaşımın aldığı yürek çıkan ciğer sonrası blacklist e girmişti orası.

Küçük çakma esnaf lokantası tadındaki bu yerlerde ilk ön-şart mekanın küçük olması. Zira minibüs iç hacminden büyük yerlere ucuz lokanta açma ruhsatı verilmemekle birlikte kullandıkları et konusunda ise istedikleri kadar serbestlikleri bulunmakta. Türk gıda korteksine göre % 45 dana %20 tavuk %15 martı %8 fare ve kalanı da inorganik maddeler (plastik, jant kapağı etc) ile yapılan et yemekleri bunun en büyük göstergesi. İçerisi ise o kadar ufak ki bir ara sandık tarzı bir şeye hapsedildiğimi düşünmüştüm, sanırım kafamı tavana vurduktan sonra.


Üçüncü önşart ise isim. Bu lokantaların isimleri "merkez et lokantası" , "nemrut et lokantası", "kardeşler et lokanası" gibi " x et lokantası " formunda olmak zorundadır. Böyle değilse bile buna yakın bir isim koymak mecburidir, eğer bu tarz bir isim yoksa mekanımızın isimsiz olması da kabuldür.(bknz: gariban)

Bu tür yerlerin en büyük avantajı ise fiyat. Zilyon adet şey yiyip içip tatlısıyla maksimum 6,5-7 milyon ile kalkabiliyorsunuz. Güleryüzlü çalışanların hakkını da yememek lazım, el kadar yerde smooth criminal figürleri eşliğinde servis yapmaktalar.

Neyse ucuz mekanları biryana bırakırsak incelemek istediğim iki video var. İlki aşağıda yönetmenliğini Cüneyt Arkın'ın yaptığı bir filmden ;



Şimdi ormanlık alanlarda normal insanlar piknik, mangal etc aktivitelere girerken irfan abi kurduğu fight club benzeri oluşumla ninjalığın inceliklerini öğretmektedir. Kahveden piknik amaçlı topladığı arkadaşları ile mangalın yanmaması sonucu anarşirt olan irfan kendini dağa ormana bayıra vermiş ormanda ninja kursu açmıştır. Elleriyle değil içlerindeki öldürme hırsı ile havaya yumruk savurma, ağaca kürdan fırlatma, ok atma, gülle savurma, halat çekme tarzı aktiviteleri öğrencilerini eğiten irfan bir yandan da doğubanktan aldığı sony teype a yüzünde karate filmlerinden arak dövüş sesleri bulunan kaseti takıp ile efetk vermektedir. Kasedin b yüzünde ise cengiz kurtadam vardır. "Gece gündoğarken yarasalar ninjalar ve su kaplumbağaları topraktan çıkıcak, 3 vakte kadar sana birşey kabaracak " tarzı yorumlarla kahve falı bakan irfan kahve arkadaşlarının kurs aidatlarını ödememesi sonucu ninja kursunu kapatıp bale kursu açmaya kadar verir.




Bu filmlerde hayran olduğum bir insan prototipi var o da şu : Bay/bayan ne kadar otistik hareketlerle dans etse bile gram utanmıyor bir de üzerine yüzlerinde tarifsiz bir mutluluk oluyor. Bu kadar salak ve rahat olabilmelerine hayranım.

Seferoğullarından Suphi'nin Acuna özenip var mısın demesi -ki banka teklifi ne süpi, kutunda büyük hissediyorsun sanırım - ilginç. Adamlardaki fantaziye bak ya. Kazana şokella marriuhana etc etc koy karıştır afiyetle kudur. O zamandan $okella-nutella olayında son noktayı bulmuş yawşolar.

03.22 de ablanın basıldığı andaki yüz ifadesi.. Paranın satın alabileceği herşey için mastercard. Gerisi $oko partisi.

Şimdilik benden bu kadar. Sefere çıkarken yeniçerileri ocakta unutmamanız dileği ile ;

KC

Bonus Track; ( what the hell are you takin' about ? )




Ps: Önce bedava tiyatro kursundan gelen iyi haber ve 1 gün sonrasında ise tübitak projesinin aldığı erteleme kararı. Hayatın hepimiz için bir planı var yada buna benzer bir söz vardı. Sanırım doğru.

Gereksiz Şeyler : Bir Takım İETT Çalışanları ve İddaa Bayi İşleten Koala-Adam



Gereksiz şeyler yazı dizisinin ikinci yazısı ile karşınızdayım. Bu yazıdaki konum çoğumuzun kullandığı toplu taşıma araçları ve bu araçlarla olan temaslarımızda maruz kaldığımız tuhaf iett çalışanı davranışları. Öncelikle bu oluşumun isim açılımı. Bu konuda çeşitli görüşler mevcut ben çoğu zaman istanbul elektrik trenvay(yada teleferik) tünel şeklinde sansam da istanbul ekonomik toplu taşıma, istanbul elektrik telefon telgraf, istanbul ekmekarası tereyağlı taskebap gibi rivayetler de ortada dolaşmakta. Daha ismini bile tam olarak bilmediğimiz birşeyle karşı karşıyayız.

İnsanların otobüslerde mutualist simbriyoz şeklinde birbirlerine girmeleri, trafik nedeni ile hat sürelerinin uzunluğu gibi etkenler konudışında olacak. Çalışan davranışları konumuz.



1 - Akbil kıran andavallar : Bunlar otobüs şöförü olup "kır" talimatlarını aldıkları tarihten itibaren akbillerinizi -insanlık belirtisi göstermeden- kıran grup olmakta. 1000 de 1 de olsa pardon, yapmak zorundayım diyen kesim hariç tabiki. Hayır bir yerden başka bir yere gidiyorsun akbil sana lazım aktarma vs için malo hemen parçalıyo ve suç işlemişsin gibi sana bakıyor. Lan puşt başvurmuşum akbile senin daha yüksek kademeli mesai arkadaşın çıkarmamış çıkana kadar aradaki sürede ne kullanacam lan ben ? Sen anca akbil kırmayı ve arkalar boş ilerleyin demeyi bil aq.

2 - Ne yaptığından habersiz tuhaf adamlar : Tanımı bir örnekle vereceğim. Akbili aldık, tünelle taksime çıkacağız. Kart takılmamış. Dolum sırasında bekliyoruz. Derken yan tarafa bir memur daha geliyor, ikinci bir sıra açılıyor. Tuhaf adam işte bu noktada ortaya çıkıyor. " Eski akbiller bu tarafa". Bu ne aq ? Sensin lan eski akbil. " Pardon metal ile kart takımı için mi diyorsunuz ?" " Eski akbilin var mı ? Yoksa kal sıranda " . Lan bu sorumun cevabı değil ki malo. " Sen gelin bu sıraya geçin, eski akbiller böyle gelsin " Hayır eski akbili vandal şöför kırdı, ne yapsaydım cebinde mi taşısaydım belki salaklık yapacakları tutar diye. Neyse yan kısıma bir gurüh geçti ki tuhaf abinin tuhaf tavırları nedeni ile onlar da kendilerinden emin değil. Sonra baktık ki orada sadece akbil takımı oluyor, metal karta sabitleniyor, adama soruyorlar biz boşuna bu kuyruktayız dolum yapmayacağız tuhaf adam ise tezinde ısrarlı. Hayır adamı resetleyip eski akbil diye kursan anca bu kadar işinden bihaber ve bağlı olurdu.



3 - Şu yazıyı hazırlayan hıyar : "Öğrenciler için: Seyahat Kartı İstek Formu veya öğrenci belgesi (Son Bir Ay İçerisinde Üniversite/Okul Öğrenci İşleri Tarafından Düzenlenmiş Tarihli, Kayıt No.lu, İmzalı ve Mühürlü Olacaktır.)" Şimdi hıyar dedim ama neden dedim oraya geleyim. Burada yazar nereye seslenmekte ? Bayrak ? Öğrenci belgesi ? Onaylı öğrenci belgesi ? Seyahat kartı istek formu ?

Tabiki bilemediniz, onaylı seyahat kartı istek formu imiş doğru cevap. Lan istek formunu okul düzenlemiyor ki hıyarto sen "veya" şeklinde diye kurarsan cümle burada onaylı öğrenci belgesi veya istek formu sonucuna varırız. Ama sen nasıl bir cümle kurmuşsan görevli müdür bile "bakın burada belirtilmiş" diyip göt olduğunun farkına varmamakta.

4 - Orta Kapı Feryatlarını Hiçe sayan taocular : Şimdi bu otobüslerdeki doluluk nedeni ile her zaman arka kapıdan inmek isteyip inemeyen tipler olur. Bir nevi yüzey gerilimi. Bu abiler moleküler çepere (arka kapıya) yönelir ama asla inemez. Aslında yoğunluğun az olduğu ortama geçecek abi ama kol bacak popo etc gibi uzuvlardan yapılı bir duvar nedeni ile geçemezler. Düğmeye basarlar. Durağa gelince şöför arka kapıyı açar bakar 1-2 kişi inince hemen kapa kapıyı ve vın. Orta kapı abileri hemen haklı şekilde feryat ederler. " Kaptan orta kapı" (Ahaha kaptan ne lan, sanki adam ilerleyebilen bir tenekeden çok uçak gemisi falan kullanıyo.) Taocu ilk 2 de banko duymaz sonra biraz ilerler ve kapıyı öyle açar. Vaktinde basın düğmeye benzeri laf eder.

5 - Sen nereye gideceksin adamları : Şimdi her zaman otobüse ilk defa görüyormuş gibi çekinerek yaklaşan ve sonra "dudulludan geçer mi", "sütlüceye gider mi" tarzı bir soruyu ortaya atıp kaçan ablalar vardır. Ekseriyetle kafalarının üzerlerinde question mark bulunur, onları bu şekilde fark edebilirsiniz. Peki bu ablalar bunu sorarlar ama ne şekilde bir yanıt alırlar ? " Sen nereye gideceksin ki ?" Hayır serial killer tipli dayı öyle bir şekilde diyor ki sanki abla herhangi bir yere gitmeyi hak etmiyor. Sanane dayko, abla y'ye gitse bile önce x'si soruyorsa vardır bildiği, sana ne.

6 - İkarüs İsimli Teknoloji Harikaları : Mühendislikte dünyada ekol olmuş Macar malı üstün teknolojili ikaruslar. Öyle bir deha ile üretilmişler ki hala nasıl bu kadar sallanmasına (düşük bir rezonans dayanımı) rağmen dağılmadan gidebiliyor belli değil. Facia geliyorum diyor. Otobüs içerisinde ayakta ve dengede durmak snowboarddan -ciddiyim- daha zor. Kim aldı, ne kararla aldıysa ceza olarak günde 4 saatini bu otobüslerde geçirmesini talep ediyorum. Andaval sünepe seni.




Yazının ikinci bölümünün konusu ise taksimdeki bir iddaa bayinin hüzünlü hikayesi. Koala olarak doğan ve olmayan zekasını yediği okaliptüslere borçlu olmayan T'nin hikayesi. İddaa bayii olarak iş çeviren mini büfe sahibi T İstanbul'da yeterli okaliptüs bulamadığı için iddaa kuponu yemekte ve bu nedenle kuponlarını saklamakta ve onları müşterilerine sayı ile vermektetir. "Kaç kupon lazım abi ? 2 mi ?" Sen koysana adam gibi meydana. Bu arkadaş sayesinde millet el kadar yerde kimseye sürtmeyeyim diye maykıl ceksın dansı yaparak yürümektedir . Ayrıca kahramanımız boş zamanlarında bir yandan kupon vemekte diğer yandan da "sistem oynuyorsan beraberlik yazmak zorundasın" , " 2 nin 3 lüsü sistem" gibi götünden sallamanın en güzel örneğini sunmaktadır. Hayır genco madem bilmiyorsun bilmiyorum de, neden kendini sallamak zorunda hissediyorsun ki ? Sonra her giren çıkanınla selamlaşıp adam belirli bir x mesafesi kadar uzaklaşında şerefsiz diye çakıosun lafı ? Yüzüne söylesene lan koala ? Uyuşuk pezevenk seni.



Neyse saat olmuş 5, sabahtan dersim var. Sonraki postta görüşmek üzere.

13 Nisan 2009 Pazartesi

Underworld : Rise of the Lycans



Yine bir sinema yazısıyla karşınızdayım şeklinde dandik bir giriş cümlesi ile başlıyorum yazıma. Yarı boş ve ilginç bir hafta sonundan sonra derbiyi yazmak yerine önce Afm İstiklal'de tayfa ile gittiğim Underworld hakkında yazayım dedim.

Yönetmenliğini daha önce hiçbir yerden bilmediğim Patrick Tatopoulos'un yaptığı film Lycan isimli ırkın ortaya çıkış hikayesini konu alan serinin 3. filmi. Toto olarak anacağım yönetmen hakkında ufak bir araştırma yaptıktan sonra daha önceki tek deneyiminin Bird of Passage (2000) ve çekimi hala devam eden sonrakilerin ise Angel Hair (2010) Yellow Rose of Savona (2010) olduğunu görmekteyim. Special Efects olarak anılan özel efektlerle haşır neşir olan bu arkadaşın yönetmenlik olarak tecrübesini yeni yeni edinmesine şahit oluyoruz. Efekt konusunda ise oldukça çok geniş bir portföye sahip ki ilk akla gelenler ; Van Helsing, I,robot ve Independence Day. Güzel bir cv kasmış Toto.

Film aristokrat olarak takılan british konuşan vampir lordu Viktor'un kendilerine köle olarak melez bir ırk yaratması ile başlamakta. Lycan olarak anılan bu ırk bir çok taksi şöförü gibi insan-kurt kırması olmakta ve istediğinde kurda dönüşebilse de bu abilitiy film boyunca bir işe yaramamakta. Zira filmin en gerekli yerlerinde normal takılan bu elemanların çok nadir köpekleşmeleri ve bunun da yersiz olması ( ex : adam ölmüş sen hala shape shafting takılmıyorsun ) senaryal açıdan büyük bir eksiklik.

Ayrıca Hollywood filmlerinin % 80 inde konu edinen "imkansız aşk" da senaryoda işlenen konulardan birisi. Vampir kontunun suratsız kızı Sonja ile ilk Lycan Lucian'ın ilişkisi adeta Cüneyt Arkınlı Kara Murat serilerini aratmıyor. Bizans tekfurunun kızı olan Sonja sorgusuz sualsiz Lusyan kardeşimiz ile çarşısını pazar etmekte. Statü sahibi bir asil bir bayan mısın, hemen sana ulaşması en az ihtimal olan ve çevrence sevilmeyen biriyle beraber ol. Ama başta tripleşmeyi ihmal etme.




Neyse cast a geçmişken isimleri de verirsek film Michael Sheen (Lucian) Bill Nighy (Viktor) ve Rhona Mitra (Sonja) ekseninde dönüyor. Viktorun vurgulu İngilizcesi, Sonja'nın pitbull çenesi film içerisinde değinilmesi gereken noktalardan bazıları. Özellikle Sonja'da o çene olduktan sonra ancak bir köpek-adamla öpüşebileceği gerçeği dikte edilmekte. Nasıl bir alt dudak-çene kombinasyonudur, hayır öpse eksik çıkarsın, damak diş etc ne varsa alır gibi geliyor. Viktor da tüm film boyunca mıy mıy konuşmaları ile önümüze sunulan film için spagettiye konulan fazla miktardaki acı sos tadı vermekten öteye gitmiyor.

Vampirlerin gereksiz aristokrasisi ve İngiliz derebeyi olarak takılmaları içsıkan bir durum olsa da filmde bir şekilde kabul edilebilir bir halde. Kölenin isyan etmesi, sevdiği surları aşması, kızın kötü babasıyla kapışması şeklinde gelişme kısmı ile süren film Lyconların kendi bağımsızlıklarını kazanmaları, Lusyanın "Vampir olmuşsun ama hala adam olamamışsın gargamel viktor" şeklindeki çıkışmaları ve vampirlerden elder olarak anılan tayfanın kaçması ile son bulmakta.

Aslında fantastik öykülere ilgi duyan ve he-man'de uzun süre hayvan adamı tutan biri(şaka lan) olarak tayfadaki frp uzmanı ile birlikte yaptığımız ikili istişareden sonra "keşke başka filme gitseydik hacı" "olm fast and farious'a gidelim dedim o kadar" şeklinde sonuçlar çıkardık.



Uzun lafın kısası efekter olarak kariyer yapmış birinin yönetmesine rağmen Underworld :Rise of the Lycans hem efekt hem de senaryo açısından oldukça yetersiz kalmakta ve fantastik-kurgu türündeki filmseverler tarafından bile oldukça düşük notlarla değerlendirilmekte.

Filmden bağımsız olarak değinmek istediğim bir diğer konu ise filmi izledikten sonraki hafta içerisinde tayfa içerisinde lycana dönüşmek isteyen $eyti'nin bacağının maçka parkında köpekler tarafından hunharca parçalanması ve Şişli etfale kaldırılması. Dualarımız seninle kurtadam.

İşte o köpekler;





6 Nisan 2009 Pazartesi

Slumdog Millionare



2009 Oscar ödüllerini süpüren bu yapımın akademi ödüllerinde bu başarıyı yakalayacağı aslında törenden çok önce belliydi. En İyi Film, En İyi Uyarlama Senaryo, En İyi Görüntü Yönetmeni, En İyi Ses Miksajı, En İyi Kurgu, En İyi Müzik ve En İyi Orjinal Şarkı dallarında küçük altın adamı alan film akademi ödüllerinden çok önce İngiltere'deki bağımsız film festivalinde, national board of review de ve washington d.c. area film critics de birçok ödül almıştı. İzleme fırsatını yeni buldum, biraz geç oldu ama herhangi bir güçlükle karşılaşmadım.

Film Cemal (Jamal) isimli Hintli bir garibanın öyküsünü anlatmakta. Aslında esas oğlanı ez ez sonra sevindir izleyici de çoşsun gibi klişe bir yöntem kullansa da sevdim bu filmi. Filmin başında Cemali bir yandan polis tarafından ötelenirken diğer yandan da bizdeki adı ile "Kim 500 milyar(bin) ister" isimli yarışmada sorulara nasıl yanıt verdiğini görmekteyiz. Cemal anlatıyor ve o anlattıkça hikaye başka yollara doğru gidiyor. Biz ise Cemal'in hikayesine ortak oluyoruz.

Hayatın öteki yüzü şeklinde bir klişe vardır, fazla sevmem klişe lafları ama bu film hikaye olarak o yöne işaret ediyor. Zaten fakir bir ülke olan Hindistan'da fakirötesi olmak, kimsesiz kalmak ve en yakınındaki kişinin bile (kardeş) ihanetine uğramak nasıl bir hayat ? Sanırım Cemal'in senaryosu verilecek cevaplar arasında en iyi ihtimale sahip olanı.



Yavaş bir şekilde akan senaryo Cemal birazcık palazlandıktan sonra hızlanıyor. Bu öyküde akıcılıktan çok geçmişten geleceğe daha dar bir geçiş süreci sağlamış.

Her filmde olduğu gibi bu filmin de bazı senaryo eksiklikleri var. Bu tür bilgi yarışmalarının canlı yayınlanması pek mümkün değil zira seyirciye joker hakkında tv dn kankasını izleyen adam google'dan bakar ve cevabı çakar. Ayrıca hiçbir zaman soruyu sorup da ara vereceklerini sanmıyorum. Tabii bu tür şeyleri görmezden gelmek lazım şimdilik zira film içerisindeki birçok detay bunu bize unutturmakta.

Bu detaylara gelirsek dünya harikası Taj Mahal ve hemen altında olan pis çamaşır yıkanan nehir. Tam bir zıtlık abidesi. Doları kokusundan tanıyan dilenen çocuk. Salim'in kendiyle çelişen yaşamı, günah işlemesi ve af dilenmesi. Bu çıkmazda kendine çıkar yol olarak ölümü seçmesi. Bir zamanlar çok sevdiği para dolu bir küvette, kanları ile o paraları kullanılmayacak hale geitrecek şekilde. Cemal'e amerikanın gerçek yüzünü gösteren rüşvetçi teyze. Kendi de yokluktan geldiği halde Cemal'e puştluk yapan program sunucusu. Ve filmde her daim dönen kaza-kader göndermesi.

Filmin sonundaki dans sahneleri ise Hint film endüstrisininde her filmde en az bir-iki sahnede kadraja zilyon kişi girmesine iyi bir gönderme olmuş.

Başta yönetmen Danny Boyle, eş-yönetmen Loveleen Tandan, senaristler Simon Beaufoy ve Vikas Swarup'u tebrik etmek lazım. Ek olarak Cemal'in en olgun halini oynayan çocukla Salim'in en ufak halini oynayan gencoyu. İyi iş çıkardılar.

Ayrıca Hindistan gerçeği için İngiltereye de ayrıca bir teşekkür etmek lazım. Kendilerinden önce Babür İmparatorluğu olarak anılan bölgenin geleceğini çaldıkları realitesi için.

Sanırım bazen sadece kararı vermek gerekiyor. Ne kadar doğru yada yanlış olduğu ise kaderde saklı.

A ?
A, çünkü ?
Sadece.. Çünkü a



"The choices we make, not the chances we take, determinate our destiny.."

Become A Legend : Borning



17 yaşıma yeni girmiştim. 1 ay olmuştu. Bundan tam 1 ay önce futbolu ne kadar sevdiğimi bilen arkadaşlarım bana bir sürpriz yapmış, cinsiyet gözetmeksizin hepsi favori takımının formasını giymiş ve ellerinde futbol sahası şeklinde bir pasta ile odama adeta tatlı bir baskın düzenlemişlerdi. Pasta merasiminden sonra geceyi diskoda geçirmiştik. Saat yeterince geç olduktan sonra bayan arkadaşları yolcu edip her ne kadar uykumuz olmasa da eve gelmiştik. En parlak fikir yine en iyi dostumdan gelmişti.

- Kimse uyumak istemiyor, en iyisi birkaç nostaljik maç izleyelim. Ne dersin doğum günü çocuğu ?

Hoşuma giden maçların çoğunun arşivimde durduğunu biliyordu. Bana hangi dvd'yi izlemek istediğimi sorar gibi bakmış, ben ise fark etmez dercesine mimik hareketleri ve bakışlarımla cevap vermiştim. Uefa kupası konulu kutuyu getirdi, içerisinden 2007 yılına ait maçların olduğu dvdyi almış ve oynatıcıya takmıştı.




Yarın büyük gündü. Futbol kampının sonuna gelmiştik, seçmelerin heyecanı ile uykusuz bir haftayı geride bırakmıştım, sadece 1 gece kalmıştı. Bir. Aslında çok kısa bir zaman. Hayatımın en uzun gecesi. Sanırım bu anı uzun süredir bekliyordum.

Akşam uyumamama rağmen sabah oldukça dinç kalktım. Birşeyler atıştırdım. Erkenden tesislere doğru yola koyuldum. Kamptan arkadaşlarımı gördüm ve hepsine iyi şans diledim. Bizi iki takıma ayırmışlardı. Listeden adıma baktım. Sonra soyunma odasına doğru gittim.

Sahaya çıktığımda tribünleri ilk defa dolu görüyordum. Birçok insan seçmelerin etkisi ile ailesiden birini-arkadaşını destekmek amacı ile bu ufak stadı doldurmuştu. Arkadaşlarıma kasten gelmemelerini söylemiştim, zira bu benim için gereksiz bir heyecan olurdu. Normal antremandaki gibi çıkıp oynayacaktım. İzlendiğim gerçeğini, tribündeki yetenek avcılarını takmayacak sadece ve sadece kendi oyunuma konsantre olacaktım. Kendimi buna şartlamıştım ama bacaklarım neden titriyordu ?Ayrıca aklımdan hertürlü kötü ihtimali geçirmeyi de ihmal etmiyordum. Aklımda hep aynı duayı tekrarlıyordum : "Allah'ım tek istediğim daha önce yaptıklarımı ortaya koymak. Fazlası değil."

To be continued...

5 Nisan 2009 Pazar

Become A Legend

Bu da "yazsam mı acaba ?" dediğim türdeki konulardan birisi. Pes 09'un işi iyice ilerletmesi şeklinde lanse edilse de oyunun ve ayrıca Fifa'nın da önceki serilerde sahip olduğu kontrolü tek oyuncuya kitleme özelliğini temel alıp, üzerine "kendinizle oynayabilme" baharatının serpilmesi ile oluşturulmuş bir mod.

Çoğu yemekte de olduğu gibi lezzet detayda gizli olduğundan "kendinle oynayabilme" baharatı ağır basıyor ve lezzeti veren taraf oluyor. 17 yaşında genç gariban oyuncu statüsünden çıkmaya başlıyoruz basamakları.




Klasik bilgi verme seansına girmeden değinmek istediğim bir - iki nokta var.

Aslında Pes dandik değişiklik olarak tabir edilen oyuncu değişikliklerini ( dk 88 0-0 maçta Ronaldinho-Luis Fabiano değişiklikleri gibi ) aşmış gibi görünse de bu oyundan da maalesef mevcut. Oyun içerisinde yapay zekaya göre düşük rating li veya staminalı oyuncuların değişmesi iyi ama 2-0 geride olan bir takımın turu geçmek için kazanmaktan başka şansı yoksa neden 2. forveti almak için 80. dakikayı beklemek zorunda biri bana bunun izahını yapsın.

Bu değişikliklerdeki temel faktör sabit oyun planı sanırım. 80. dakikada 2. forvet değişen oyun planı ile birlikte girmekte, Lucescu değişiklikleri adı verilen adamı olabildiğince geç oyuna alma "strateji"leri baymakta, Luce en azından taktik olarak 5 defa müdahale ederdi o değişiklikten önce. Oynanan futbolda çok az bir fark olurdu gerçi. Ak saçlı ucuz futbolcu sarrafı Luce. Neyse .

Bir başka nokta ise takımların istikrar sorunu. Aslında ligi-kupayı vs domine eden ortalıkta bigbrother tadında takılan takımları ve özellikle ayrıcalıklı konumda bulunup özel davranılmasını fazla sevmem ama geçen lig ortalığın tozunu attırıp bir sonraki sezon beklentilerin çok altınının da altında gibi bir yerde bulunmaları oldukça garip, sadece bir takım için değil neredeyse ilk beş için gözlemlediğim bir durum.

Oyuncumun hikayesini sonraki postlardan birine bırakıyorum şimdilik.

Beklenen Değer Teorisi


" Pascal beklenen değer teorisini kullanarak hayatını dine adaması gerektiğini kanıtladı. Her matematikçi gibi o da, bu soruyu bir formüle indirgedi. "

Hangisi daha büyüktür ?

a) Beklenen değer (hedonizm - yani fiziksel yaşamdan zevk alma)
b) Beklenen değer (dini hayat)

Varsayım...

a) Olasılık (ölümden sonra hayat yok) * (hedonizmden alınacak zevk) + Olasılık (ölümden sonra hayat var) * (sonsuza dek lanetlenmek)
Ve
b) Olasılık (ölümden sonra hayat yok) * (dinden alınacak zevk) + Olasılık (ölümden sonra hayat var) * (sonsuz mutluluk)

Pascal'ın mantığı çok basitti: Eğer (a) (b)'den büyükse o zaman hedonizme devam edecekti, ama eğer (a) (b)'den küçükse o zaman dindar olmalıydı."

"Ama değişkenlerin değerlerini bilmeden bu denklemi nasıl çözdü?" diye sordu Michael.

"Birkaç varsayımda bulundu, örneğin sonsuz mutluluğun değeri pozitif sonsuzdu ve sonsuza dek lanetlenmenin değeri negatif sonsuzdu"

Sonsuz mutluluk = + ∞
Sonsuza dek lanetlenmek = - ∞

"Eğer bir denklemde sonsuzu kullanırsanız bu diğer her şeyi etkiler, çünkü çok büyük bir sayıdır, böylece (a) hedonomizmin beklenen değeri negatif sonsuz ve (b) dini hayatın beklenen değeri pozitif sonsuz"

(a) hedonizm = - ∞ ve (b) din = + ∞
o zaman
(a) < (b) böylece...
(b) bek. değer(hedonizm) < bek. değer (dini hayat)

" Anladınız mı ? Ölümden sonra insanın ruhunun yaşamasının veya herhangi bir şekilde hayat olmasının olasılığı ne kadar az olursa olsun, Pascal'ın dine bağlı bir hayat yaşamasından beklediği getiri, yine de dünyevi zevklerle hedonistik bir yaşam sürüp de sonsuza dek lanetlenmeyi göze alacağı bir durumun getirisinden daha büyüktür"


Adam Fawer - Olasılıksız

Evet sonunda laptopu servisten almış bulunmaktayım. Ufak bir fan-cpu etc etc.. operasyonundan sonra tekrar klavye başında olmak güzel. Aslında bilgisayarsızken kendini kitaba vurmak daha kolay, okumaya ayırdığın vakiti ise azaltıp azaltmandaki temel faktör vasıtası ile okuduklarını yazmak ise ironik. Sanırım. Büyük olasılıkla.

24 Mart 2009 Salı

Stadyum Projeleri

Çok konuşuldu, tartışıldı. Büyük ihtimalle stad yerine yapılacak. Kişisel tercihim İzmir yolu taraflarına kayması yönünde zira şehrin o tarafa doğru genişlediği ve birçok yeni yerleşimin o yönde olduğu, trafik açısından şehir merkezine oranla çok daha avantajlı olduğu gerçeklerini kabul etmekte yarar var.

Aşağıda Osmangazi Belediye Başkanı tarafından tanıtılan ve resimlerini teksasdan aldığım stad projeleri var. Büyütmek için üzerine tıklayabilirsiniz.



Bu projeler arasında ise en ilginci 3 numara. Timsah şeklinde düşünülmüş bir üst dizayn. 4 numaralı projede ise dikkat çekilmesi gereken bir nokta var o da rakip takımı baskı altına almak amaçlı 7000 kişilik bir teksas tribün bölümü. Parlak fikir. Ama benim favorim 2 numara. Uefa kriterleri ve stadyumda futbol oynanır ilkesi ile birlikte elektriğini kendisi üretebilme nedenlerinin (10000 m2 lik güneş panellleri ile) yanında görüntüsü ile "Timsah Arena" olarak anılabilecek bir yer izlenimi uyandırması temel nedeni. Timsah çatılı olan 43000 kişilik. 4 numara 39000 kişi kapasiteli. 2 numara ise 33000 ve 44000 lik 2 opsiyonu olan bir proje. Bursa stad konusunda yüksek rakamları rahat çıkartır bence o konuda problem olmaz.

3 numaralı projeye ait bazı detaylar ;



2 numaralı projeye "Bursa'da stad üzerinden bu işe yatırım olur mu ?" diyecekler olacaktır. Dünyada güneş enerjisine en çok yatırım yapan ülke Almanya. Trafiğin yer altından verilmesi olayı da var ki bu sabit yollar-artan nüfus realiteleri ile şehir merkezine yapılacak bir stad projesinde kesinlikle yer alması gereken bir durum. Ayrıca 2 numaralı projenin mali olarak Fenerbahçe-Saraçoğlu benzeri bir sponsor açılımı mevcut ki bu da sponsorları devreye sokup stad yapımında masrafdan ziyade para dahi kazanabilmek.

Ayrıca belirtmekte yarar var ;

23 Mart 2009 Pazartesi

2010



"Caught in the middle of the war between Angels and Demons, John Constantine must find a way to stop Demons from possessing the bodies of innocent people and becoming half-breeds"

21 Mart 2009 Cumartesi

20 Mart 2009 Cuma

Büyük Lokma, Küçük Isırış



Aslında blogda futbol yazmak çok da düşündüğüm bir durum değil ama Avrupa arenası ve son yılların en iddaalı kadrosuna sahip Galatasaray olunca özellikle bu akşamki maçtan sonra bu yazıyı yazmak şarttı.

Evet Galatasaray Polat döneminde büyük hedeflerle başladı. Çok borçlandı, Şampiyonlar Ligi'ne kalamadı, Uefa'da ise ideale yakın kadrosu ile çıktığı maçlarda göz doldurdu.

Fazla uzatmadan bu akşama gelelim. Aslında Hamburg'a turu getiren Guerrero'dan daha çok sakatların sayısındaki fazlalıktı. Belki de kariyerinin en üst seviyesinde olan Servet, Emre Güngör, cezalı durumdaki Emre Aşık. Defans hattı bu şekilde. Bunlara ortasahadan bir de Topal'ı eklersek ideal 11 den uzak bir kadro ile sahadaydı Gs. Tabii hedefleri olan bir klüb için bunlar bahane mi ? Bence olmamalı.

Maça hızlı başlayan taraf Gs di. Galatasaray Avrupa maçlarında çok büyük takımlar hariç olmak üzere genelde oyununu kabullendirerek oynaması, cesur olması nedeni ile hep sempati ile bakmamı sağlamıştır kendisine. Yine bu şekilde idi bu akşam.


Goler erken gelince Gs oyundan da erken düştü. Aslında bir bakıma Hamburg'un yüklenmeden oynamasına da bağlayabiliriz bunu.

Sonrası ise malum. Rakip belirli bir seviyenin üzerinde olunca fazla hata yapmıyor, yapılan hataları da affetmiyor. Son gole denilecek bir şey olmamalı zira 2-2 ile 2-3 arasında bir fark yoktu, o riskler alınmalıydı.

Bireysel notlara geçersek Serkan Kurtuluş bu kadar zorlu ve gergin bir maçta benden tam not aldı. Taraftar, abisi Serdar ile birlikte doya doya yeşil-beyaz çubuklu altında izleyemediği için hala kırgın yönetime.



Sabri... Aslında bu çocuk için ayrı bir post lazım. A takıma çıkana kadar milli kademeler de dahil hep sağ açık oynamış Sabri. A takıma çıktıktan sonra defansif oyun okuması hala boş küme olan Sabri. Açıktan beke çevirmeye çalıştıkları için sana kızmıyorum zira açıkta sana yapılan Giannakapulos yorumları hala aklımda. Ama mevcut oyununun üzerine çok az ekledin be Sabri. Biraz daha antreman, biraz daha çaba.

Hasan. Maç kondisyonu eksiğine bağlıyorum performansını. Fizik olarak çok alt seviyede. Ayrıca Aceto'nun son yazısında "Lincol'un ipini çekme operasyonu" ndaki irlandalı ile ona refere etmekte gibi. Kendisine nötr yaklaşıyorum.

De Santis çok stabil. Gollerde fazla yapacak birşeyi yoktu ama direkte olan topta sadece baktı.

Kewell aferin. Dady cool.

Arda için söyleyecek fazla kelime yok. Kendi takımımda kesinlikle görmek isteyeceğim oyuncu tipi, her yönüyle.

Baros çok denedi, golünü attı ama yetmedi. Seneye kalırsa yine çok canlar yakacak gibi.

Lincoln ise kendinin ipini çekmiş oldu. Günümüzde 10 numara üzerine kurulu sistemlerle minimalde başarıdan öteye gidilemeyeceği aşikar, buna rağmen Lincoln'den yüksek beklentilere girmek başından beri bir hataydı. Ama bu akşam Lincoln gerçekten çok isteksiz ve silikti. Birkaç hafaya kalmaz Juninho başlıklarını görür gibiyim.



Bülent Korkmaz'a gelirsek. Hasan ve Ümit konusunda eski arkadaşlarına güvendiğini gösterdi. Peki Semihi oyuna alıp Kewell ı son 10 dakikada ilerde oynatsa ve riski bu yönde alsa maçın skoru nasıl etkilenirdi ? Bu sorunun cevabını merak etmekteyim. Ayrıca -eksikler bahane edilmeden- bu kadar kolay gol yemek ve evinde 2-0 dan maç vermek nedir ? Futbolda herşey var, evet ama 2-0 iken skoru korumak adına hamleler yapılamazmıydı ? Oyun planının değişmesi için illa gol yenmesi mi gerekmekte ?

Garson... Maçın ses ayarını 20. dakikadan sonra yaparak olası bir dayaktan kurtuldu bu akşam. Kendisini tebrik etmekteyim.



Gökü... Penaltı pozisyonundan hemen önce o atakta golü bilen adam. Brotherluck olayı ile ilk gol aslında sana asisti bana yazılmalıydı diyorum.

Bizim masadan Sabri'ye küfreden arkadaş...Tüm gece kafa ırzına geçtin. Zilyon defa bela andın. Üzerine duvar düştü hala Sabri diye bikledin. Dostumun dostusun diyor, tokatlamamak için kendimi zor tutuyor ve birdahakine aynı masaya beklemiyorum. Sünepe seni.

Suat Kaya. Benjamin Button gibi adamsın. Yaşlanmasına rağmen saçı çıkan adam. Seni de andık bu gece.



The Hairious Case of Suat Stone



Neyse sonuçta maç sonrası saatlerce çıkıp tartışmanın bir yararı olduğuna inanmıyorum. Skor ortada. Oyun ortada.

Bir dahaki postta görüşmek üzere .

18 Mart 2009 Çarşamba

Mükemmele Yakın Açılımlar



Aslında Memedali beyin politika kaygılı eleştirileri yazmayı düşünüyordum ama bir sonraki posta kalması daha yerinde olacak sanırım. Zira bunu şimdilik es geçemeyeceğim.

Nette gezerken bir forumda gördüğüm bir link ile tanıştım o siteyle. Başlangıçta " Yaz ki, seni göre bilek" (orjinal yazılış şekli) sloganı ile nette fink atan bir ekşi sözlük klonu gibi durmakta. Ama durum bundan ibaret değil çok daha ötesi mevcut.

Öz aramızdı azeri türkçesi ve türkçe yayınlar yapan bir klon. Sanırım gardaş ülke Azerbaycanın ilk ekşisözlük klonu. Gezerken oldukça keyifli dakikalar geçirebilirsiniz.

Google translate bu duruma ne zaman el atar acaba ;

oz aramızdı" elektron səhifəsinin heç bir qurum və quruluşla yaxından-uzaqdan əlaqəsi yoxdur! bu məkanda yazılan yazıların heç biri doğru olmaq məcburiyyətində deyil. amma bəzən yazarların klavyaturasından doğru olmayan yazılarla yanaşı, tam gerçək məlumatlar da çıxa bilər. "öz aramızdı" elektron səhifəsi hər yazılan yazı ilə gerçəyi tapmağı, "amerika kəşf" etməyi planlaşdırmır, sadəcə şəxslərə yazmaq imkanı yaradır.hüquqi prosedur məcburiyyəti olmadığı halda yazarların özəl bilgiləri gizli tutulur. saytda yayınlanan yazıların müəllif haqları azərbaycan gəncliyinə məxsusdur. "öz aramızdı" elektron səhifəsinin idarəçiləri 17 yaşını tamamlamayan və tamamlayıb abyututürent olan həmvətənlərimizə burada vaxt geçirməməyi məsləhət görür (gedin dərs oxuyun, universitetə yaxşı hazırlaşın, dədənizi xərcə salmayın). amma "atam bilər, mən bilərəm" deyib yazmaq istəyənlər varsa, buna əngəl ola bilmərik.



Bu da künyesi diyelim ;

Baş Redaktor

canıyanmış

Redaktorlar
baxa
korrektorlar
hayalet
big gun


pensionerlər (təqaüdçü redaktorlar)
roscidus

maxinator



Geçen haftanın en beğenilen entry si ; həftənin ən bəyənilən (əla) yazıları

sözlüyü atasının malı kimi görmək

1. hər ağlına gələni başlıq olaraq açmaq, başlıqların 60-70 faizini açan şəxs olmaq və bu halı idəal kimi təqdim etmək.


Tüm zamanların en beğenilen entrisi ; "oz aramızdı" ən yaxşı yazılar(ı)..


alacaqsan məni

1."....yox əgər almayacaqsansa xalam oğlu məni istəyir,ona gedəcəm" . özü də bu qızların həmişə xalası oğlanları olur zapasda


Kısaca "yahşi" olmuş desem yerinde olur sanırım.

Sınav Bitsin Uyuyacağım Sendromu


Eğer ki gece uyumaz ve 12 den sonra yapmanız gereken işe başlayıp sabahın ilk ışıklarını geçtim gayet hava aydınlandıktan sonra yatağa gittiğinizde - ya da gitmediğinizde - istemsizce akıldan geçen düşünce.

Gece boyunca ise uyuklamak - çalışmak arası gidip gelmek de cabası. Ne tatmin edici bir çalışma, ne de kafa dinlendirebilecek kadar birazcık uyku.

Peki sınav-projen bitsin derslerine gir gelince uyuyabiliyor musun ? Tabii ki hayır.

All I need


Uyanık kalmam lazım, uyumamam lazım. Kahve de bulamayıp son bozuklukları kola makinesine kaptırmış olsam da.

17 Mart 2009 Salı

What the F..??


Başlıktanda anlaşılacağı üzere bir şaşkınlık söz konusu.Hatta "Neee!?" şeklinde devam etmek istiyorum. Haftalardır çeşitli sebeplerden ertelenen yapmam gereken bir sunumun yine ertelemesi üzerine.

16 Mart 2009 Pazartesi

Yes, Normally, For Example, Are You Ready ?


Çok konuşuldu, çok tartışıldı ama sanırım bu konuda bir sonuca yaklaşıldı. Gün itibarı ile okul senatosunun % 100 ingilizceye geçme kararı almış olduğunu öğrendim. Alınan karar yürürlülüğe ne zaman girecek ya da ne gibi reformlara gidilecek tam olarak bilmesek de olabilecekleri kestirmek çok da güç değil. Zor da olsa alınmış bir karar.


Peki nedir bunun getirisi-götürüsü. Yapmam gereken zilyon tane işe rağmen bunu kısaca analiz edelim.

Bildiğimiz gibi "Türkiye'nin en köklü üniversitelerinden biri" , "Türkiye'nin en iyi mühendislik eğitimi veren üniversitesi" vs vs gibi kendini etiketlemeklemekten kaçınmayan "Türkiye'nin en iyi ilk 3 üniversitesinden biri" olan ama bana göre mevcut sisteme fotokopi makinası tarzında kopya mühendisler sunan okulum sanırım doğru bir adım attı. Peki nasıl ve ne kadar doğru ? İşte bunun cevabı reklamlardan sonra..(M.A.B. ye özendim, eeeeiii başbakan nehir erdoğan bugün ööö taştı. Arkadaşımız ööii E.K. oradaydı.)

Dandik esprileri bir yana bırakırsak saygın bir noktada olan köklü bir kurumun mevcut ve yetiştirmiş olduğu öğrencilerin-mezunların birçoğunun hala ingilizce ile temasının keko düzeyinde olması oldukça iç sıkan bir durumdu. Hocaların çoğu ingilizce olan derslerde "öğrenci anlamıyoorr" diyerek de bu duruma körükle koştular maalesef. Evet belki öğrenci anlamıyor, belki yetersiz ama sen en azından onu anlamaya mecbur bırakarak bir öğretmenlik vasfı gösterebilirsin. Cv lerinize yazdığınız yurtdışı deneyimleriniz de buna müsayit olduğunuzu göstermekte. Eğer ki sahip olduğunuz sabitliği birazcık kırabilseniz inanın bu okuldaki en büyük reformu siz yapmış olacaksınız.



Diğer bir nokta ise sanayi ile temasımız zarar görecek kaygısı. Eğer ki sen 4 yıllık bir eğitim döneminde öğrencine vereceğin ingilizce eğitim sonucu teknik terimlerin türkçesini bilmiyorlar diyeceksen seninle işimiz var. Yanlış anlaşılmasın burada karşıma aldığım "sen" düşünce sistemine refere etmekte. Mühendislik alanında birçok yayın ve kaynak zaten ingilizce. Mevcut olan bu. Amerikayı da yeniden keşif etmeye gerenk yok. Önemli olan bilim ise oyunu kurallarına göre oynamak gerekmekte. Ve bana inanın ki eğitim sistemini akreditasyonlarla yabancı sistemlere uyarlamak yabancı bir dille eğitimi entegre etmekten daha zor olan ve daha detaylı tartışılması gereken birşey.


Kendi bölümüm adına şunu diyebilirim ki daha ortada düzgün bir kitap yayını bile yapmazlarken (-ki "yapamazlar" demiyorum ama yapmamaları da inanılmaz derecede bir ayıp bence) mevcut kadronun ingilizce ile imtihanı biraz zor gözükmekte. Ama bir yandan da yapabilecek kapasitedeler ve "hazırlık yetersiz", "öğrenci anlamıyor" gibi bahaneler yerine globalleşen dünya gerçeklerini fark etmelerini öneririm. Pek kıymetli diplomamızın yurtdışı denklik belgesine sahip olması ile övünüyoruz eyvallah da peki sonrası için bir planımız yok mu ? Yurtdışında çalışmak, teknik ingilizceye sahip olmak, işini icra edebilecek düzeyde evrensel bir dilde mühendisliğe hakim olmak ?

Sanırım bu soruları aile içinde cevapladı okul, umarım aile içinde de çıkabilecek tartışmaları minimumda tutmayı başarır. Hayırlı olsun desem, sanırım yerinde olur.

Çalışma Anında Tükenmişlik Sendromu




Başlığın Olca Sürgevil'in benzer isimli kitabı ile bir ilgisi yok şeklinde bir giriş yapalım. Çalışma anında tükenmişlik sendromu bence benim bu satırları kütüphaneden yazmamın nedenidir şeklinde bir önerme ortaya atıyorum, hatta tanımı da bu doğrultuda şekillendirebilirim.

Günlük hayatta hepimizin yapmayı sevmediği, hatta bazen nefret ettiği ama buna rağmen yapmak zorunda olduğu ya da kendisini yapmak zorunda hissettiği şeyler vardır. Bu bir maden işçisi için toprak altına girmek olabilirken herhangi bir yaş grubundaki öğrenci için ise sınava çalışmak olabilir.

İşte böyle anlarda bu sendrom ortaya çıkar. Sizi işinizden alıkoyar, yapmanız gerekeni değil istediğinizi yapmanızı sağlar. Türlü bahaneler ile kendinizi yapmanız gerekenden uzak, yapmanız gerektiğini düşündüğünüz şeylere ise yakın hissettirir.

Sonuçta zaman akıp giderken ne yapmanız gerekene konsantre olabilirsiniz ne de yapmak istediğiniz şeye. Bu yazıya devamlı eklemem ve hala da yarım kaldığını düşünüyor olmam gibi.

Post-modern tembellik böyle bir şey olsa gerek.

Fırtına Öncesi Sessizlik


Selamlar ;

Bloğu ihmal ediyorum uzun süredir, tıpkı diğer site projelerimde olduğu gibi. Yazdı, vizeydi, yurtdışıydı dönüştü derken birkaç deneme haricinde fazla bir çaba sarf etmediğimi fark ettim. Sanırım heveslendiğim şeyleri çok çabuk tüketiyorum. Ama bu sefer bu blogu erken tüketmeyeceğim. Bu hafta başka bir post olmaz ama en azından görsel olarak değiştirdim. Bu yazdıklarımı kaç kişi okuyordur ya da okuyan var mıdır bilmiyorum ama sadece ben bile okusam yazma eyleminin verdiği sorumluluk nedeni ile en azından kendim için bir düzene sokacağım burayı.

Kafamda yazmak istediğim birçok şey var, bakalım ...

14 Ocak 2009 Çarşamba

Gereksiz Şeyler : Emo





Merhaba sanal alemin afancaları, serseri sokakların tövbekar delikanlıları ;

Evet, sevgili spartalılar bu yazı dizisinde haz almadığımız, aklımıza geldikçe sinirimizi bozan, bize itici gelen, özünde tırt olan ve ıyk dedirten gereksiz şeyleri inceleyeceğiz. Gereksiz şeyler tanımlamamızı daha da açarsak; bu bir davranıştan tutun da bir meslek grubu, hatta bir nesneye kadar bile açılabilecek bir küme olacak.

Başlıkta da dediğimiz gibi ilk inceleyeceğimiz şey "emo" kavramı olacak. Elektrik mühendisleri odasının kısa formu şeklinde aklına espirik gelen olursa kendini camdan atsın ya da konuşmasın, üzülürüm. Neyse. Emo kelimesi anlam itibarı ile İngilizce bir kelime olan emotional ın kısa formu olmakta. Yani ne demek emotional; duygusal demek, lirik demek. Ama gelin görün ki bunu götünden anlayan bir kitle var karşımızda, emotional rock-punk-hardcore-misket tarzında müzikler ve Tokio hotel, placebo, saves the day, the get kids up, sincanlı filiz gibi sanatçıları dinleyen insan görünümlü pandalar var.

İlk değinmek istediğim nokta emokidlerin devamlı olarak hüzünlü dolaşmaları. Karşımızda yağmurlu havalarda ağlayan, rüzgarda ağlayan, devamlı ağlayan bir bebeler sürüsü var. Devamlı ağlıyorlar, hüzünleniyorlar, hayır sanki adamın dünyası yıkılmış. Nedir arkadaşım bu tavrım nedir bu olumsuzluğun anlamakta güçlük çekiyoruz. Berke günaydın. :((( Berke nasılsın ? :((( . Berke neyin var kuzum? :(((( Berke geber it. :((( . Adam hep aynı tınıda üzüntülü, selam versen bile üzülerek alıyor pezevenk, neyse. Ayrılık, yanlızlık, aldatma vs ne kadar dert varsa adamın yüzüne yansıyor, sorsan en fazla su kablumbağası falan hastalanmıştır, sırf artistik olsun diye.

Yüz demişken emoların fiziksel özelliklerini ayrı bir paragrafda incelemekte yarar var. Emo olmanın ilk şartı yüzün %35 lik kısmının güneşten nasiplemeyeceği şekilde bir gözüde içine alarak saç tarafından kapatılmış olması. Hayır daha suratın gözükmüyor doğru düzgün hala sevgisizlikti, umutsuzluktu, bill kaulitz di dolanıyorsun. O kadar kederle hala sabah 2 saat fön çekiliyorlar ya, ne biçim felsefe lan bu. Makyajından saçından ne cins olduğun belli olmuyor lan, sözüm sana tokyo otel solisti !! Olm bir berbere git adama benze yüzün gözün açılsın ya, valla ben vereceğim traş paranı.

Para dedik emokidlerin büyük bir finansal çıkmazda oldukları gerçeği var. Yaptığım araştırmalar sonucu bu emokidlerin hepsinin evleri Kadıköyde olması rağmen, hep Taksim'de takılmaktalar. Ayrıca hepsi vapur kullanmakta olup, verdikleri yukardan çekilmiş facebook profil fotosu tarzındaki gerzek resimleri yüzünden ibb den akbil alamamaktalar. Ve ayrıca hepsi evden çıkarken yanlarına sadece gidiş için para almakta. Tüm bunlar olunca taksim-gümüşsuyu yokuşunda 1 ytl verirmiseen, karşıya geçeceeem şeklinde yolunuzu kesmekteler. Bu gibi durumlarda yapılacak en doğru şey üzerlerine benzin döküp oracıkta yakmak. Yanarken de üzülebilecek misin pezevenk. aagaghhhgrhuhr :(((. Bak cevap veremedi.